EKSPRESYONİZM – DIŞA VURUMCULUK - 3



Kardeşlerim, nihayet bir müddet aradan sonra, yeni yazımızla birlikteyiz. Neydi konumuz. Dışavurumculuk ve tiyatro.

Dışavurumculuk konusunda şu cümleyi ezberlemenizde fayda var: “Sanatçı burda soyut dışavurumcu bir şekilde yaklaşmış konuya”. Herhangi bir sanat ortamında, hiç birşey anlamadığınız resimlere bakarken, etraftakilerin duyacağı şekilde bu cümleyi kurarsanız eğer, kimse bişey anlamadığınızı farketmez. Siz de entel sanatçı sınıfına girersiniz. Zaten merak etmeyin. O çok dikkatli şekilde, ağızlarında pipo, yan şapka, fularla  resimleri inceleyenlerin de çoğu aslında birşey anlamıyorlar zaten.

Şimdi bu hayat dersinden sonra, dönelim asıl konumuza. Dışavurumculuğun tiyatro üzerindeki etkileri. Tiyatroda dışavurumcu akım topu topu onbeş sene sürmüştür. (1910-1925). Ama etkisi çok fazla olmuştur. Dışavurumcu tiyatro o zamana kadar yerleşen kuralları yıkmış atmıştır. Bu akımın sona ermesinden sonra dahi, hem sinemada, hem tiyatroda dışavurumcu etkiler kendisini göstermiştir. (Hatırlarsınız belki, Batman filmlerinden bi tanesinde penguen bir adam vardı. Bu dışavurumcu tiyatronun etkisidir.)

Şimdi, dışavurumcu tiyatronun özelliklerini madde madde kısaca açıklamaya çalışalım.

-          Dışavurumcu tiyatronun en önemli özelliği, toplumsal sorunlarla ve de siyasetle yakından ilgilenmesidir. Bu düzen herşeyiyle bozuktur. Bu düzenin koyduğu sanat kuralları da bozuktur. Bu kuralları biz altüst edecez, değiştirecez, yıkacaz. – Yetmişli yıllarda köyün birisinde, solcu bir genç, “Bu düzen değişecek” diye bağırınca, köylü bir amcamız gencin yanına gelmiş ve usulca kulağına fısıldamış: “Yeğen, düzen değişse de, düzülen değişmez.”-

Biz dışavurumcular olarak, şimdiye kadarki sanat akımlarının tuttuğu yolu yanlış buluyoruz. Gerçekçi tiyatro, gerçeği olduğu gibi gösteriyor ama, insanın bilinç altına dair, duygularına dair hiç bir şey söylemiyor. Ya peki sembolizm dediğimiz akıma ne demeli? Bilinçaltı var, duygular var, semboller var.. Ama toplumsal bir soruna dair bir kırıntı bile yok.

O zaman biz öyle bişey yapalım ki, toplumda biriken, öfkeyi, nefreti, patlama duygusunu açığa çıkaralım. Yani hem sanat yapalım, hem de milletin derdini anlatalım. Hem sanat için, hem de toplum için sanat yapalım.

-          Dışavurumcu tiyatro devrim niteliğinde başka bir özellik getirmiştir tiyatroya. O zamana kadar ki tiyatro eserlerinde görülen dramatik yapı,  olayın baştan sona mantıklı bir şekilde akıp sonuca bağlanması, karakterlerin derinlemesine işlenmesi, mantıklı konuşmalar.. Bunların hiç biri dışavurumcu tiyatroda görülmez. Belli başlı bir konu yoktur. Yapılan konuşmalarda mantık, akıcılık aranmaz. Sahneden sahneye geçişlerde mantıklı bir bağ şart değildir. Oyun kişileri semboliktir. Hatta bunlar kişi de değildir. Bağlı oldukları grubun, vücuda gelmiş halidir. Mesela bir işçi, işçi sınıfını temsil eder. Din adamı, kiliseyi temsil eder. Fabrikatör burjuva sınıfını temsil eder.

Şimdi diyeceksiniz ki, konu yok, konuşma yok, karakter yok, ne var lan it? Ne olacak, yazarın mesajı var. Yazarın mesajı kalın çizgilerle verilir. Oyuncular bağıra çağıra, kendilerini yerden yere vurarak bu mesajı vermeye gayret ederler. Bu mesajlar genelde sanayi toplumunun, kapitalizmin, makineleşmenin insan hayatı üzerinde yarattığı etkilere yönelik eleştirileri içerir.

-          Dışavurumcu tiyatronun başka önemli bir özelliği: Oyunda bir tek ana kişi vardır. Esas oğlan vardır. Ama esas kız yoktur. (Ya da tam tersi, esas kız var, oğlan yok). Bütün olay bu kişinin gözünden anlatılır. Hatta iç gözünden anlatılır. İç gözüyle, kalp gözüyle dünyayı nasıl gördüğü yansıtılır.

Yani oturup dışavurumcu bir tiyatro izlediğiniz zaman, sahnede gördüğünüz şey, işte bu kişinin iç dünyasıdır. Bu arkadaşın iç dünyası da bir hayli bunalımlı ve fırtınalı olduğu için de, sahnede çarpıtılmış, deforme edilmiş, aslına hiç benzemeyen dekorlar, kostümler oyunculuklar görürüz. İçe doğru eğik duvarlar, iskelet şeklinde ağaçlar, mezardan çıkan ceset, makine gibi hareket eden insanlar, değişik ışık oyunları, alışılmadık renkler falan.. İşte bütün bunlarla seyircide bir dehşet duygusu, bir bunalım uyandırılmaya çalışılır.

Bu ana kişi, oyun boyunca acı çeker. O tek başına, köhnemiş, çürümüş düzene karşı başkaldırmıştır. Bu düzene karşı mücadele eder. Etrafındaki insanlar ve toplum ona şiddetli tepki gösterirler, hatta linç etmeye bile kalkarlar.

Ve bu ana kişi, oyunun sonunda kaybeder, yenilgiye uğrar. Dışavurumcular derki, kahraman dediğin, idealleri uğruna acı çeker ve bu yolda da can verir. (Bkz. Çarmıhta can veren İsa Peygamber). Hikayenin sonunda, engelleri aşıp zafer kazanan kahraman, sadece basit piyasa oyunlarında görülür. Kendini sahnedeki kahramanla özdeşleştiren seyirci, kahramanın sonunda galip gelmesinden bir nevi haz duyar. Kişisel mastürbasyon yapar. İşte bu da, seyircinin ruhunu okşamak, gişe yapmak ve para kazanmak için yapılan bir sahtekarlıktır dışavurumculara göre.

Bu acı çekme öğesine “Pathos” ismi verilir. (Bu kelimeyi de ezberleyin. Arkadaş toplantılarında bilgili görünmenize yarar.)

-          Dışavurumculuğun en büyük eleştirisi, tabi ki makine toplumu ve makineleşmiş insanadır. İçinizde hiç fabrika işçiliği yapan oldu mu? Ben acizane, kamyonculuğa başlamadan önce, senelerce fabrikada çalıştım.  

Fabrika işçiliği aşşağı yukarı şöyle birşeydir: Bir makinenin, veya yürüyen bir bantın karşısında durursun ve saatlerce aynı hareketi tekrarlarsın. Mesela ben yürüyen bantın karşısında duruyordum ve sekiz saat boyunca, önümdeki vidalardan bir sağ elime, bi de sol elime alıp, çok hızlı bir şekilde, bantın üzerindeki parçaya takip, elektrikli tornavidayla sıkıyordum. Aynı parça, az sonra yanımda çalışan arkadaşa geliyordu, o da parçanın üzerine iki plastik yuvarlak monte ediyordu. Bu parça böyle döne döne, beş altı kişiden geçtikten sonra, bantın sonunda hazır hale geliyordu. Ve bu hareketler – benim vida takıp sıkmam mesela – hergün sekiz saat boyunca tekrarlanıyordu. Her gün belki binlerce defa aynı hareketi yapıyordum ve bu çalışma bir gün, iki gün değil, yıllarca sürüyordu. Çalıştığım fabrikada, tam yirmi iki yıldır aynı bantta çalışan bir kişi vardı. Düşünün yani, yirmi iki senedir, her gün sekiz saat boyunca aynı hareketi yapan, makineye dönmüş insanlar.

Tabi bu tür uzun süreli bir çalışmaların olduğu yerde, patronlar için, - hele ki o devirlerde – işçiler de, aynı makineler gibi bir üretim aracına dönüyordu. Bakın çok ilginç bir şey söyleyim. Ben gece vardiyasında fabrikada çalışırken, bizim işe başlama saatimiz 23.18 di. Evet, 11 buçuk, ya da 11.20 değil, 23.18... 23.20  yerine 23.18 de başlatıldığı zaman, 6000 işçinin çalıştığı bir vardiyada, iki dakika, tam 12bin dakika fazladan çalışma saati demek..

İşte tıpkı bir makine gibi, sabit bir hareketi ritmik bir şekilde yapmaya çalışan insanlar, bir süre sonra, makineye benziyor, hissizleşiyor, ne yaptığı ürünle, ne de çevresiyle ilgileri kalmıyordu. O devirlerde günlük çalışma saatinin 13-14 saat olduğunu düşünürsek daha iyi anlarız. Felsefi olarak anlatırsak “yabancılaşıyorlardı”. Hem topluma, hem kendilerine, hem de ürettileri ürüne karşı “yabancılaşıyorlardı”. (Yabancılaşma olayının en çarpıcı örnekleri, ucuz işçi çalıştıran ülkelerde görülür. Mesela Tayvan’daki Nike fabrikasında bir işçi, onbeş dakikada ürettiği bir ayakkabıyı satın alabilmesi için, tam yedi ay o fabrikada çalışmak zorundadır.)

O dönemin Alman dışavurumcu sanatçılarının en büyük eleştirileri buydu işte. Makineleşen, hissiz ve duygusuz, yardımlaşma, komşuluk, vicdan sahibi olma özelliklerini yavaş yavaş yitiren bir toplum oluşuyordu. Toplum da, tıpkı bireyleri gibi “yabancılaşıyordu”. Dışavurumcu tiyatro, makineleşen insana büyük vurgular yapar. Oyunlarda insanlar makine gibi yürürler, otururlar, hareket ederler. Konuşmaları, davranışları hep makinemsidir, hissizdir, ruhsuzdur. Sadece oyunun acı çeken ana kahramanı hariç. O kişi, insanlardaki değişimi, kötüye gidişi görür ve buna karşı mücadele etmek ister. O, diğer oyuncular gibi makineleşmemiştir. Tabi ki, hemen her toplumda olduğu gibi, diğerlerinden farklı olduğu için linç edilmek istenir.

Dışavurumcu tiyatroyu aşağı yukarı özetlemeye çalıştım. Eğer araştırırsanız, daha fazla şeyler de bulabilirsiniz. Ekspresyonist tiyatro tarzının Alman sinemasını ve modern sinemayı nasıl etkilediğine fazla girmiyorum. Kendiniz araştırın bulun.
Son olarak, dışavurumcu tiyatronun önemli eserlerine örnekler verelim:

Ernst Toller: Hopla, yaşıyoruz.
Reinhard Sorge: Dilenci
Carl Sternheim: Kilot
Carl Hauptman: Savaş








4 yorum :

  1. Ödevim için çok yararlı oldu elinize emeğinize sağlık :)

    YanıtlaSil
  2. Bu tür konuları pek merak etmeyen insaları bile etkileyecek bir üslüpta yazılar yazıyor olman fevkaladenin de fevkinde..Zira bu ülkenin entelijansiyası(azcık entel,yarı cahil,kendimde dahil:) söz konusu sanat olunca anlamakta zorlandığın bir tomar teknik jargonla konuşur,anlaycağın meseleyi anlamaz olursun.Örnek;"fraktay bir aşkın yapı sökümü" ,bir roman incelemesine böyle bir gizergahla başlayan yazılar okuduğunda ,besmele çekesi geliyor insanın..O yüzden uzatmayım, yazdığın bütün yazılar çok kıymetli herbirini tek tek kayıt edip arşivlemeli,sanat tarihindeki -içinde tamemen insanlık tarihi var- olayları anlayabilmiş,bunları kendi içinde hazmedebilmiş ve herkesin anlayabileceği bir dilde yazabilmeyi becermiş kıymetli bir insansın,yazılarının devam etmesi dileğiyle..Ha bir de unutmadan seni takip edebileceğimiz başka sosyal medya platformu yokmu acep twittırda felan aradım yoksun:)

    YanıtlaSil
  3. Arkadaşım sağolasın. Facebook hesabım var tabi ki. Burdan takip edebilirsin. https://www.facebook.com/708749344

    Ancak bu tür konulara orda fazla değinmiyorum... Genelde günlük konular..

    YanıtlaSil
  4. Bu blogu yazmamdaki en büyük amaç, sanat denilen olayın öyle bi kaç entelin biraraya gelip yaptığı bir geyik olmadığını göstermekti. Tam tersine sanat büyük acılardan doğuyor. Toplumun yaşadığı her büyük travmada yeni bir sanat akımı ortaya çıkıyor ve hepsinin de ortak amacı bu travmayı en hasarsız şekilde atlatabilmek. Zaten aydın kesim halka inebilseydi eğer, bugün çok daha başka bir toplum yapımız vardı.. Buna eminim..

    YanıtlaSil