Kardeşlerim, nihayet bir müddet aradan sonra, yeni yazımızla birlikteyiz. Neydi konumuz. Dışavurumculuk ve tiyatro.
Dışavurumculuk konusunda şu cümleyi ezberlemenizde fayda
var: “Sanatçı burda soyut dışavurumcu bir şekilde yaklaşmış konuya”. Herhangi
bir sanat ortamında, hiç birşey anlamadığınız resimlere bakarken,
etraftakilerin duyacağı şekilde bu cümleyi kurarsanız eğer, kimse bişey
anlamadığınızı farketmez. Siz de entel sanatçı sınıfına girersiniz. Zaten merak
etmeyin. O çok dikkatli şekilde, ağızlarında pipo, yan şapka, fularla resimleri inceleyenlerin de çoğu aslında
birşey anlamıyorlar zaten.
Şimdi bu hayat dersinden sonra, dönelim asıl konumuza.
Dışavurumculuğun tiyatro üzerindeki etkileri. Tiyatroda dışavurumcu akım topu
topu onbeş sene sürmüştür. (1910-1925). Ama etkisi çok fazla olmuştur.
Dışavurumcu tiyatro o zamana kadar yerleşen kuralları yıkmış atmıştır. Bu
akımın sona ermesinden sonra dahi, hem sinemada, hem tiyatroda dışavurumcu
etkiler kendisini göstermiştir. (Hatırlarsınız
belki, Batman filmlerinden bi tanesinde penguen bir adam vardı. Bu dışavurumcu
tiyatronun etkisidir.)
Şimdi, dışavurumcu tiyatronun özelliklerini madde madde
kısaca açıklamaya çalışalım.
- Dışavurumcu
tiyatronun en önemli özelliği, toplumsal sorunlarla ve de siyasetle yakından
ilgilenmesidir. Bu düzen herşeyiyle bozuktur. Bu düzenin koyduğu sanat
kuralları da bozuktur. Bu kuralları biz altüst edecez, değiştirecez, yıkacaz. –
Yetmişli yıllarda köyün birisinde, solcu
bir genç, “Bu düzen değişecek” diye bağırınca, köylü bir amcamız gencin yanına
gelmiş ve usulca kulağına fısıldamış: “Yeğen, düzen değişse de, düzülen
değişmez.”-
Biz dışavurumcular olarak, şimdiye kadarki sanat
akımlarının tuttuğu yolu yanlış buluyoruz. Gerçekçi tiyatro, gerçeği olduğu
gibi gösteriyor ama, insanın bilinç altına dair, duygularına dair hiç bir şey
söylemiyor. Ya peki sembolizm dediğimiz akıma ne demeli? Bilinçaltı var,
duygular var, semboller var.. Ama toplumsal bir soruna dair bir kırıntı bile
yok.
O zaman biz öyle bişey yapalım ki, toplumda biriken,
öfkeyi, nefreti, patlama duygusunu açığa çıkaralım. Yani hem sanat yapalım, hem
de milletin derdini anlatalım. Hem sanat için, hem de toplum için sanat
yapalım.
- Dışavurumcu
tiyatro devrim niteliğinde başka bir özellik getirmiştir tiyatroya. O zamana
kadar ki tiyatro eserlerinde görülen dramatik yapı, olayın baştan sona mantıklı bir şekilde akıp
sonuca bağlanması, karakterlerin derinlemesine işlenmesi, mantıklı konuşmalar..
Bunların hiç biri dışavurumcu tiyatroda görülmez. Belli başlı bir konu yoktur.
Yapılan konuşmalarda mantık, akıcılık aranmaz. Sahneden sahneye geçişlerde
mantıklı bir bağ şart değildir. Oyun kişileri semboliktir. Hatta bunlar kişi de
değildir. Bağlı oldukları grubun, vücuda gelmiş halidir. Mesela bir işçi, işçi
sınıfını temsil eder. Din adamı, kiliseyi temsil eder. Fabrikatör burjuva
sınıfını temsil eder.
Şimdi diyeceksiniz ki, konu yok, konuşma yok, karakter
yok, ne var lan it? Ne olacak, yazarın mesajı var. Yazarın mesajı kalın
çizgilerle verilir. Oyuncular bağıra çağıra, kendilerini yerden yere vurarak bu
mesajı vermeye gayret ederler. Bu mesajlar genelde sanayi toplumunun,
kapitalizmin, makineleşmenin insan hayatı üzerinde yarattığı etkilere yönelik
eleştirileri içerir.
- Dışavurumcu
tiyatronun başka önemli bir özelliği: Oyunda bir tek ana kişi vardır. Esas
oğlan vardır. Ama esas kız yoktur. (Ya da tam tersi, esas kız var, oğlan yok).
Bütün olay bu kişinin gözünden anlatılır. Hatta iç gözünden anlatılır. İç
gözüyle, kalp gözüyle dünyayı nasıl gördüğü yansıtılır.
Yani oturup dışavurumcu bir tiyatro izlediğiniz zaman,
sahnede gördüğünüz şey, işte bu kişinin iç dünyasıdır. Bu arkadaşın iç dünyası
da bir hayli bunalımlı ve fırtınalı olduğu için de, sahnede çarpıtılmış,
deforme edilmiş, aslına hiç benzemeyen dekorlar, kostümler oyunculuklar
görürüz. İçe doğru eğik duvarlar, iskelet şeklinde ağaçlar, mezardan çıkan
ceset, makine gibi hareket eden insanlar, değişik ışık oyunları, alışılmadık
renkler falan.. İşte bütün bunlarla seyircide bir dehşet duygusu, bir bunalım
uyandırılmaya çalışılır.
Bu ana kişi, oyun boyunca acı çeker. O tek başına,
köhnemiş, çürümüş düzene karşı başkaldırmıştır. Bu düzene karşı mücadele eder.
Etrafındaki insanlar ve toplum ona şiddetli tepki gösterirler, hatta linç
etmeye bile kalkarlar.
Ve bu ana kişi, oyunun sonunda kaybeder, yenilgiye uğrar.
Dışavurumcular derki, kahraman dediğin, idealleri uğruna acı çeker ve bu yolda
da can verir. (Bkz. Çarmıhta can veren
İsa Peygamber). Hikayenin sonunda, engelleri aşıp zafer kazanan kahraman,
sadece basit piyasa oyunlarında görülür. Kendini sahnedeki kahramanla
özdeşleştiren seyirci, kahramanın sonunda galip gelmesinden bir nevi haz duyar.
Kişisel mastürbasyon yapar. İşte bu da, seyircinin ruhunu okşamak, gişe yapmak
ve para kazanmak için yapılan bir sahtekarlıktır dışavurumculara göre.
Bu acı çekme öğesine “Pathos” ismi verilir. (Bu kelimeyi de ezberleyin. Arkadaş
toplantılarında bilgili görünmenize yarar.)
- Dışavurumculuğun
en büyük eleştirisi, tabi ki makine toplumu ve makineleşmiş insanadır. İçinizde
hiç fabrika işçiliği yapan oldu mu? Ben acizane, kamyonculuğa başlamadan önce,
senelerce fabrikada çalıştım.
Fabrika işçiliği aşşağı yukarı şöyle birşeydir: Bir
makinenin, veya yürüyen bir bantın karşısında durursun ve saatlerce aynı
hareketi tekrarlarsın. Mesela ben yürüyen bantın karşısında duruyordum ve sekiz
saat boyunca, önümdeki vidalardan bir sağ elime, bi de sol elime alıp, çok
hızlı bir şekilde, bantın üzerindeki parçaya takip, elektrikli tornavidayla
sıkıyordum. Aynı parça, az sonra yanımda çalışan arkadaşa geliyordu, o da
parçanın üzerine iki plastik yuvarlak monte ediyordu. Bu parça böyle döne döne,
beş altı kişiden geçtikten sonra, bantın sonunda hazır hale geliyordu. Ve bu
hareketler – benim vida takıp sıkmam
mesela – hergün sekiz saat boyunca tekrarlanıyordu. Her gün belki binlerce
defa aynı hareketi yapıyordum ve bu çalışma bir gün, iki gün değil, yıllarca
sürüyordu. Çalıştığım fabrikada, tam yirmi iki yıldır aynı bantta çalışan bir
kişi vardı. Düşünün yani, yirmi iki senedir, her gün sekiz saat boyunca aynı
hareketi yapan, makineye dönmüş insanlar.
Tabi bu tür uzun süreli bir çalışmaların olduğu yerde,
patronlar için, - hele ki o devirlerde
– işçiler de, aynı makineler gibi bir üretim aracına dönüyordu. Bakın çok
ilginç bir şey söyleyim. Ben gece vardiyasında fabrikada çalışırken, bizim işe
başlama saatimiz 23.18 di. Evet, 11 buçuk, ya da 11.20 değil, 23.18... 23.20 yerine 23.18 de başlatıldığı zaman, 6000
işçinin çalıştığı bir vardiyada, iki dakika, tam 12bin dakika fazladan çalışma
saati demek..
İşte tıpkı bir makine gibi, sabit bir hareketi ritmik bir
şekilde yapmaya çalışan insanlar, bir süre sonra, makineye benziyor, hissizleşiyor,
ne yaptığı ürünle, ne de çevresiyle ilgileri kalmıyordu. O devirlerde günlük
çalışma saatinin 13-14 saat olduğunu düşünürsek daha iyi anlarız. Felsefi
olarak anlatırsak “yabancılaşıyorlardı”. Hem topluma, hem kendilerine, hem de
ürettileri ürüne karşı “yabancılaşıyorlardı”. (Yabancılaşma olayının en çarpıcı örnekleri, ucuz işçi çalıştıran
ülkelerde görülür. Mesela Tayvan’daki Nike fabrikasında bir işçi, onbeş
dakikada ürettiği bir ayakkabıyı satın alabilmesi için, tam yedi ay o fabrikada
çalışmak zorundadır.)
O dönemin Alman dışavurumcu sanatçılarının en büyük
eleştirileri buydu işte. Makineleşen, hissiz ve duygusuz, yardımlaşma,
komşuluk, vicdan sahibi olma özelliklerini yavaş yavaş yitiren bir toplum
oluşuyordu. Toplum da, tıpkı bireyleri gibi “yabancılaşıyordu”. Dışavurumcu
tiyatro, makineleşen insana büyük vurgular yapar. Oyunlarda insanlar makine
gibi yürürler, otururlar, hareket ederler. Konuşmaları, davranışları hep
makinemsidir, hissizdir, ruhsuzdur. Sadece oyunun acı çeken ana kahramanı
hariç. O kişi, insanlardaki değişimi, kötüye gidişi görür ve buna karşı mücadele
etmek ister. O, diğer oyuncular gibi makineleşmemiştir. Tabi ki, hemen her
toplumda olduğu gibi, diğerlerinden farklı olduğu için linç edilmek istenir.
Dışavurumcu tiyatroyu aşağı yukarı özetlemeye çalıştım.
Eğer araştırırsanız, daha fazla şeyler de bulabilirsiniz. Ekspresyonist tiyatro
tarzının Alman sinemasını ve modern sinemayı nasıl etkilediğine fazla
girmiyorum. Kendiniz araştırın bulun.
Son olarak, dışavurumcu tiyatronun önemli eserlerine
örnekler verelim:
Ernst Toller: Hopla, yaşıyoruz.
Reinhard Sorge: Dilenci
Carl Sternheim: Kilot
Carl Hauptman: Savaş
Ödevim için çok yararlı oldu elinize emeğinize sağlık :)
YanıtlaSilBu tür konuları pek merak etmeyen insaları bile etkileyecek bir üslüpta yazılar yazıyor olman fevkaladenin de fevkinde..Zira bu ülkenin entelijansiyası(azcık entel,yarı cahil,kendimde dahil:) söz konusu sanat olunca anlamakta zorlandığın bir tomar teknik jargonla konuşur,anlaycağın meseleyi anlamaz olursun.Örnek;"fraktay bir aşkın yapı sökümü" ,bir roman incelemesine böyle bir gizergahla başlayan yazılar okuduğunda ,besmele çekesi geliyor insanın..O yüzden uzatmayım, yazdığın bütün yazılar çok kıymetli herbirini tek tek kayıt edip arşivlemeli,sanat tarihindeki -içinde tamemen insanlık tarihi var- olayları anlayabilmiş,bunları kendi içinde hazmedebilmiş ve herkesin anlayabileceği bir dilde yazabilmeyi becermiş kıymetli bir insansın,yazılarının devam etmesi dileğiyle..Ha bir de unutmadan seni takip edebileceğimiz başka sosyal medya platformu yokmu acep twittırda felan aradım yoksun:)
YanıtlaSilArkadaşım sağolasın. Facebook hesabım var tabi ki. Burdan takip edebilirsin. https://www.facebook.com/708749344
YanıtlaSilAncak bu tür konulara orda fazla değinmiyorum... Genelde günlük konular..
Bu blogu yazmamdaki en büyük amaç, sanat denilen olayın öyle bi kaç entelin biraraya gelip yaptığı bir geyik olmadığını göstermekti. Tam tersine sanat büyük acılardan doğuyor. Toplumun yaşadığı her büyük travmada yeni bir sanat akımı ortaya çıkıyor ve hepsinin de ortak amacı bu travmayı en hasarsız şekilde atlatabilmek. Zaten aydın kesim halka inebilseydi eğer, bugün çok daha başka bir toplum yapımız vardı.. Buna eminim..
YanıtlaSil