TİYATRO AKIMLARI GERÇEKÇİLİK - REALİZM

Merhaba - Gustave Courbert

Bugün de sizlere gerçekçiliği, yani realizmi anlatalım diyorum. Ne dersiniz? Daha önceki yazıları okuduysanız eğer, 1500lü yıllarda başlayan sanat akımı klasizme karşı, 1700lü yıllarda romantizm başlamıştı. Romantizm bir zaman sonra artık gına getirince, 19.yüzyılın ikinci yarısında, artık romantizme karşı akımlar aranmaya başlandı. Bu akımlardan birisi bilimsel yöntemi esas alan doğalcılıktı. Diğeri ise gerçekçilik, yani realizm.

Bu gerçekçiler romantizmin uçuk kaçık, coşku dolu, insanı heyecana getiren, vatan, millet sakarya edebiyatına karşı durmuşlar ve “gerçeklerden bahsedin artık” demişler. Karşı tarafsa demiş ki, “Yani siz gerçekleri anlatıyosunuz da, bizimkiler yalan mı? Sizinkiler gerçekse, bizimkiler gepgerçek. Biz de gerçekçiyiz o zaman.” Bir nevi “Ali’yi sevmek alevilikse, o halde ben de aleviyim” felsefesi.


Tabi gerçekçi taraf boş durur mu? Yapıştırmış cevabı. “Öyle olmaz o iş.” Demişler. Bu hayatın içinde türlü türlü zorluklar var, çileler var. Millet aç kardeşim.” Demişler. Sen benim ekmek bulamayan Yunus dayımın derdini yazdın mı? Dokuzuncu çocuğunu tarlada doğuran Ayşe kadın’ın derdini anlattın mı? Hasan dayımla damda harman savurdun mu? Gece vardiyasında bar bar bağıran kadını dinledin mi? Halkların demir yumruğu, nasırlı eller.. Varsa yoksa güzel kadınlar, yakışıklı dalyan gibi oğlanlar, zengin, asil okumuş insanlar.. Nerde benim işçim, benim köylüm? Falan filan. Hepsi gomünüst işi anlıyacağınız.

Gördüğünüz gibi Antik Yunandaki döngünün aynısı. Bir nevi burjuvaya karşı halk edebiyatı oluşturma çabası. Tarihin tekerrür etmesi.

Gerçekçilik denen bu akım, 1870li yıllarda, Fransa’da, doğalcılık denen akımla hemen hemen aynı zamanda ortaya çıkıyor. O yıllar, sanayinin gelişmeye başladığı zamanlar. Daha önceki yazılarda anlattığımız gibi, artık yavaş yavaş her yerde fabrikalar açılıyor. Burjuvalar(asil kesimden olmayıp da, kasabadan gelip zengin olanlar) her yerde çoğalıyor. Tabi ki de, esas aktörlerimiz, fabrika işçilerimiz, yani proletaryamız da bolca mevcut.

Ondan önce, o dönemde hakim olan bir görüşten, idealizmden bahsetmek lazım. Yunanlı filozof Platon’un (Eflatun diye de bilinir) ilk olarak ortaya attığı bu görüşe göre, bu dünyadaki gördüğümüz, duyduğumuz herşey yalandır, sahtedir, kandırmacadır. Bu dünyadaki nesnelerin gerçek olanları, yani  mükemmel olanları, gökyüzünde bi yerde, başka bi boyutta, ya da paralel evrende - artık adına ne derseniz - ordadır. Bu öteki boyuttaki mükemmel varlıklara “idea” denir ve bu dünyada gördüğümüz herşey, o “idea” ların basit bir kopyasıdır, taklididir, gölgesidir. (Bkz: Mağara alegorisi). 

Platonik aşk diye bişey duymuş muydunuz? Keh keh keh…

Daha iyi anlamanız için şöyle bi örnek vereyim. Diyelim ki Şener Şen ismini hiç duymadınız, görmediniz, kim olduğunu bilmiyorsunuz. Bi gün bi baktınız ki adamın biri “seni nomussuz seni” diye Şener Şen taklidi yapıyor ve siz de buna kahkahalarla gülüyorsunuz. İşte bu durumda Şener Şen ideadır, o güldüğünüz adam da Şener Şen’in taklididir. İşte Platon’a göre insanın durumu tam olarak budur. Şener Şen’in taklidine kahkahalarla güler ama gerçek Şener Şen’den haberi yoktur.

İnsanın ilk amacı, bu yalancı dünyadan kurtulup, o mükemmel dünyaya, yani “idea” lar dünyasına ulaşmak olmalıdır. O gerçek dünyaya ulaşmak ise ancak sezgi, ilham, vahiy tarzı şeylerle olur. Ne akıl ne de beş duyu orada hiçbir işe yaramaz… İşte bu görüşe felsefede “idea - lizm” denir. Bizdeki tasavvuf düşüncesine ne kadar benziyor değil mi? Kısacası: Yalan dünya herşey bomboş, hancı sarhoş, yolcu sarhoş..

Kısacası benim güzel annem, dünya yalan olunca, dünya içindekiler de, mal da, mülk de adi, değersiz şeyler oluyordu. Bu görüş tabi ki yöneticiler ve zenginler için mükemmel bir felsefeydi. Bu felsefeyi din adamları yoluyla işçilere köylülere dayadın mı, akıllarına ne itiraz gelirdi, ne de ayaklanma. Çünkü daha fazla maaş, daha güzel yemekler, daha güzel bir ev için ayaklanan kimseler, değersiz, geçici, iğrenç şeylerin peşinde koşan aşşağılık varlıklar haline gelirdi. Yani gerçek dünyayı bırakıp da dünya malı peşinde koşan adam.. Tövbe tövbe… Ne günlere kaldık..

Ta ki, bu bozguncu gomonistler ortaya çıkana kadar. Ne demiş bu gomonistler: “Bırakın kardeşim bu yalan dünya falan masallarını. Dünya yalan olabilir ama benim açlığım gerçek. Benim evimde kömür yok donuyorum, bu gerçek. Benim çocuğum piskevit diye ağlıyor bu gerçek. Yani aslında her şey gerçek.”. Başlamış işçiler ayaklanmaya. Yok grevdi, yok sağlık sigortası, yok işsizlik yardımı falan. Sonra da işte adamlar gerçek gerçek diye diye yeni bir sanat akımı başlatmışlar: GERÇEKÇİLİK ya da REALİZM.

Peki ne demiş bu gerçekçiler? Romantiklere demişler ki, sizin o saçma sapan coşkularınızla, heyecanlarınızla bilmemnelerinizle uğraşamayız kardeşim biz. Biz bu hayatı olduğu gibi göstereceğiz. Öyle sizinkiler gibi yakışıklı erkekler, güzel kadınlar değil, çirkin kadınlar, çirkin erkekler(Bkz Yılmaz Güney – Çirkin kral. Yine bkz Şahin K ağamız) göstereceğiz. Zengin soylu asilzadeler değil, fakir halkı göstereceğiz. İcabında bi işçinin kir pas içindeki elini yüzünü, icabında şişman göbekli bir kadının ormana dönmüş koltuk altı kıllarını göstereceğiz. (Ki espri değildir bu. Gerçekten bunu çizen gerçekçi ressamlar vardır). Kısacası, sizin gibi sadece mükemmel olanı değil, mükemmel olmayanı da göstereceğiz.

Baudelaire’in dediği gibi: “Kendi zamanında yaşayacaksın.” Gerçekçilerin temel felsefesi işte budur. Ne işim var benim kaç bin sene önceki antik Yunanda, Roma’da? Ne işim var benim ikiyüz bilmem kaç sene önce birbirine aşık olmuş kızla oğlanla? Benim işim yaşadığım zamanı ve yaşadığım yeri anlatmak, hem de dolandırmadan, kıvırmadan, saklamadan, olduğu gibi anlatmak.

Gomünüst işi dedik ya, hakkaten gomünüstler bu gerçekçiliğe fena ilgi göstermişler. Hele ki Rusya ‘da. Maksim Gorki mi dersin. Çehov mu dersin. Dostoyevski mi dersin.. Hepsi olmuş bi gerçekçi. Tabi ki o zaman Rusya’da Çar var, daha devrim olmamış. Ama bu adamlar devrim hayaliyle yanıp tutuşuyorlar, yazıyorlar çiziyorlar. Yaza yaza da sonunda devrimi yapmışlar.

Bizde ise Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Fakir Baykurt, Yılmaz Güney bu akımın önemli temsilcilerindendir.

Bu gerçekçiliği yaz yaz bitmez abicim. O kadar büyümüş ki bu iş, artık dallara kollara ayrılmış. Eleştirel gerçekçilik, toplumcu gerçekçilik, büyülü gerçekçilik.. Gerçekçiliğin çeşitlerini de artık gelecek yazıda anlatalım. Bugünkü yerimiz doldu malesef..

Hadi la şimdi dağılın pis faşikler... Ben de gomünüst oldum artık.. İşçiler kardeş, patron kalleş.. Faşo ağa.. Örselendim lan sabah sabah...



3 yorum :

  1. İşte aradığım üslup.😁 Bu şekilde ciddi anlamda anladım 👌🙏

    YanıtlaSil
  2. Bende yeni başladım iyi geldi

    YanıtlaSil
  3. Süper anlatım👍 Anlaşılır ve sıkıcı değil, teşekkürler🙏

    YanıtlaSil