EKSPRESYONİZM – DIŞA VURUMCULUK - 2

Efendim, önceki yazımızda dışavurumcu akıma girmiştik, bu akımı hazırlayan toplumsal şartlardan bahsetmiştik. Neydi bunlar? Sene 1900lü yılların başı. Yer: Alamanya, alamanya, benim gibi yar bulamanya...

Almanya’da sanayinin yaygınlaşması, işçilerimizin, üç otuz paraya acımadan hunharca çalıştırılmaları, topraktan ayrılıp şehirlerde gettolaşan ailelerin çocuklarının, artık ne devletin ne de babalarının baskılarına boyun eğmeme kararları..

Bu sonuncusu bayağı önemlidir. O dönemde hem devlet halkın, hem de babalar  aileleri üzerinde kontrolü kaybetme korkusu içindeydiler. Çünkü sosyalist - özgürlükçü düşünceler hızla yayılmaya başlamıştı. Gazetelerde, konferanslarda, kahvelerde, sokakta, evlerde yapılan toplantılarda hep aynı şeyler dile getiriliyordu: Artık sömürü bitmeliydi, baş kaldırmanın vakti gelmişti. Daha önce de defalarca gördüğümüz gibi, hep gomünüst oyunları.

İşte bu dönem, tarihteki belki de en şiddetli kuşak çatışmasının görüldüğü dönemdir. Gençler artık babalarının emrinde yaşamak, kazandıklarını kuruşu kuruşuna babalarına teslim etmek istemiyorlardı. Hayat çizgilerini kendileri çizmek, parasını istediği yere harcamak, istediği kişiyle evlenmek istiyorlardı. Babalarsa, asırların getirdiği kökleşmiş “törelere” dayanarak (evet bu töre denilen olay sade bizde değil, Almanlarda da vardı) hala çocuklarını yönetmek istiyordu. Onlara göre babanın görevi, evlatlarını kötülüklerden korumaktı. Tecrübesiz, toy gençlerse ancak tecrübeli bir babanın rehberliğinde yollarını bulabilirdi. 


O dönemin dışavurumcu sanatçıları, otoriteye başkaldırmış evet ama, yetimlik duygusunu içlerinden atamamışlar. Babalarını dışlamışlardı, kenara itmişlerdi ama, hayatlarında bir baba figürünün eksikliğini hep hissettiler ve eserlerinde hep bu “baba” özlemini yazdılar. Mesela Franz Kafka babasına yazdığı bir mektupta özetle şöyle der: “Aramızdaki çatışmada, senin hiç bir suçun olmadığına tüm kalbimle inanıyorum. Ancak kendi suçsuzluğuma da aynı şekilde inanıyorum.” Yine Franz Werfel bir hikayesinde, babasına hitaben der ki: “ Galiba ikimiz de, ikimizin dışında olan, ikimizin de anlamadığı bir yasanın yönetimindeyiz. Ayrılınca birbirimizi arıyoruz, biraraya gelince birbirimizden nefret ediyoruz.”

Tabiki de devletimiz, almanyamız, imparator ikinci wilhelmimiz bu başkaldıran gençlere “afferin gençler, çok iyi yapıyorsunuz” demedi. Bu, sahtekarlığın, sömürünün, ikiyüzlülüğün, haksız cinayetlerin olağan sayıldığı, güçlünün zayıfın tepesine binip ezdiği ve güç sahibi zalimlerin ellerindeki gücü bırakmamak için her şeyiyle mücadele ettiği  köhnemiş düzene karşı başkaldıran gençlerin kafası böcek gibi eziliyordu.

Bu düşüncelere kendilerini veremesinler diye, Alman okullarında inanılmaz şiddetli bir disiplin uygulanıyordu. Gençler bu durumda iyice ümitsizleşiyor ve çoğu çareyi intiharda buluyordu. 19. yüzyılın son 20 yılında tam 1152 okul öğrencisi intihar etmişti. Bu Alman tarihinde görülmemiş bir şeydi.

Dışavurumculuk dediğimiz akım işte böyle bir ortamda doğdu. Tıpkı sembolistler gibi, onlar da sanayileşmenin getirdiği bunalımların arasından oluşturdular sanat akımlarını. Ancak sembolistlerden farkı, halkı eğitmek gayesi gütmeleriydi. Onlar halkın içinde yayılmak, işçi sınıfına ulaşmak ve onları bilinçlendirmek istiyordu. Bu düzen ancak bu şekilde yıkılırdı.

Bütün dışavurumcuların ortak fikri aynıydı: “Bu düzen yıkılmalı”. Ancak bu öyle kolay bir iş değildi. İnsanların çoğu cahildi. Bırak öyle hak hukuk aramayı, iki kelimeyi biraraya getirip konuşmaktan acizdiler. Uğradıkları zulmü, haksızlıkları anlatmaya güçleri yoktu. Onların içinde kopan bu fırtınaları anlatma görevi ise aydın sanatçılara düşüyordu. Şu andan itibaren sanatçıların tek bir görevi vardı. İşçi sınıfının içinde şiddetle yaşayıp da anlatamadığı duyguları, iç fırtınaları, biriken öfkeyi, patlamayı dile getirmek, “dışavurmak”. Böylece, 20. Yüzyılın başında, Almanya’da, yeni bir sanat akımı oluşmaya başladı: EKSPRESYONİZM YA DA DIŞAVURUMCULUK.

Neydi peki bu dışavurumculuk? Adı üstünde: Dışarı vur. İçinde tutup kanser olacağına, dışarı vur konser olsun. Kısaca olay buydu.

Bu arkadaşların söyledikleri şuydu: Doğanın, çevrenin, insanların, hayvanların olduğu gibi temsili değil, duyguların ön plana çıkarılması esastır. Ben bir resim çizdiğim zaman, bir roman yazdığım zaman, ya da bir tiyatro oynadığım zaman, okuyucu ya da seyirci orda duyguyu görecek. Öfkeyi görecek, sevinci görecek, üzüntüyü görecek.



Edward Munch - çığlık

Resmini gördüğünüz Edward Munch’ın “çığlık” isimli tablosu dışavurumcu sanat akımına güzel bir örnektir. Tabloda, köprünün üzerinde durmuş, kafasını iki elinin arasına almış, çığlık atan bir kişi görülmektedir. Tabloya bir müddet dikkatli bakarsanız eğer, neredeyse kişinin çığlığını duyarsınız. Sudaki ve gökyüzündeki yuvarlak dalgalanmalar, bu çığlığı adeta beynimize işler. Ve evet, şu meşhur çığlık filmindeki katilin maskesi de bu tablodan alınmıştır.

Gördüğünüz gibi, dışavurumcu sanatın amacı, sanatçının duygularını dışarı vurmasıdır. Bunun içinde, renkleri, çevreyi, doğayı kullanır. Bunları alır, bozar, değiştirir, kendi duygularını yansıtacak şekilde yeniden yazıp, çizer. Bozulmuş çizgilerle, şekillerle, abartılı renklerle iç dünyayı dışarı çıkarır.

Ekspresyonizm dediğimiz akımın esas etkisi resimde görülmekle beraber, edebiyat, mimari, heykelcilik, müzik ve tabi ki sevgili tiyatromuzda da etkilerini göstermiştir. Peki nedir bu ekspresyonizmci, dışavurumcu tiyatro? E ne olcak anlatıyoz ya işte deminden beri. İçerdeki duyguları alıp dışarı vuracaksın. Tiyatroda da aynen bunu yapmışlar.

Bugün de yerimiz doldu. Bu yazıyla beraber önceki yazımızı da okuduysanız ekspresyonizm akımını az çok anlamış olmanız lazım. Gelecek yazıda da ekspresyonist tiyatroyu anlatarak, ekspresyonizm konusuna noktayı koyalım diyorum..


Hadi selametle...







Hiç yorum yok :

Yorum Gönder