Bu sonuncusu bayağı önemlidir. O dönemde hem devlet halkın, hem de babalar aileleri üzerinde kontrolü kaybetme korkusu içindeydiler. Çünkü sosyalist - özgürlükçü düşünceler hızla yayılmaya başlamıştı. Gazetelerde, konferanslarda, kahvelerde, sokakta, evlerde yapılan toplantılarda hep aynı şeyler dile getiriliyordu: Artık sömürü bitmeliydi, baş kaldırmanın vakti gelmişti. Daha önce de defalarca gördüğümüz gibi, hep gomünüst oyunları.
İşte bu dönem, tarihteki belki de en şiddetli kuşak
çatışmasının görüldüğü dönemdir. Gençler artık babalarının emrinde yaşamak,
kazandıklarını kuruşu kuruşuna babalarına teslim etmek istemiyorlardı. Hayat
çizgilerini kendileri çizmek, parasını istediği yere harcamak, istediği kişiyle
evlenmek istiyorlardı. Babalarsa, asırların getirdiği kökleşmiş “törelere”
dayanarak (evet bu töre denilen olay sade bizde değil, Almanlarda da
vardı) hala çocuklarını yönetmek istiyordu. Onlara göre babanın görevi,
evlatlarını kötülüklerden korumaktı. Tecrübesiz, toy gençlerse ancak tecrübeli
bir babanın rehberliğinde yollarını bulabilirdi.
O dönemin dışavurumcu sanatçıları, otoriteye başkaldırmış evet ama,
yetimlik duygusunu içlerinden atamamışlar. Babalarını dışlamışlardı, kenara
itmişlerdi ama, hayatlarında bir baba figürünün eksikliğini hep hissettiler ve
eserlerinde hep bu “baba” özlemini yazdılar. Mesela Franz Kafka babasına
yazdığı bir mektupta özetle şöyle der: “Aramızdaki çatışmada, senin hiç bir
suçun olmadığına tüm kalbimle inanıyorum. Ancak kendi suçsuzluğuma da aynı
şekilde inanıyorum.” Yine Franz Werfel bir hikayesinde, babasına hitaben der
ki: “ Galiba ikimiz de, ikimizin dışında olan, ikimizin de anlamadığı bir
yasanın yönetimindeyiz. Ayrılınca birbirimizi arıyoruz, biraraya gelince
birbirimizden nefret ediyoruz.”
Tabiki de devletimiz, almanyamız, imparator ikinci wilhelmimiz bu
başkaldıran gençlere “afferin gençler, çok iyi yapıyorsunuz” demedi. Bu,
sahtekarlığın, sömürünün, ikiyüzlülüğün, haksız cinayetlerin olağan sayıldığı,
güçlünün zayıfın tepesine binip ezdiği ve güç sahibi zalimlerin ellerindeki
gücü bırakmamak için her şeyiyle mücadele ettiği köhnemiş düzene karşı
başkaldıran gençlerin kafası böcek gibi eziliyordu.
Bu düşüncelere kendilerini veremesinler diye, Alman okullarında inanılmaz
şiddetli bir disiplin uygulanıyordu. Gençler bu durumda iyice ümitsizleşiyor ve
çoğu çareyi intiharda buluyordu. 19. yüzyılın son 20 yılında tam 1152 okul
öğrencisi intihar etmişti. Bu Alman tarihinde görülmemiş bir şeydi.
Dışavurumculuk dediğimiz akım işte böyle bir ortamda doğdu. Tıpkı
sembolistler gibi, onlar da sanayileşmenin getirdiği bunalımların arasından
oluşturdular sanat akımlarını. Ancak sembolistlerden farkı, halkı eğitmek
gayesi gütmeleriydi. Onlar halkın içinde yayılmak, işçi sınıfına ulaşmak ve
onları bilinçlendirmek istiyordu. Bu düzen ancak bu şekilde yıkılırdı.
Bütün dışavurumcuların ortak fikri aynıydı: “Bu düzen yıkılmalı”. Ancak
bu öyle kolay bir iş değildi. İnsanların çoğu cahildi. Bırak öyle hak hukuk
aramayı, iki kelimeyi biraraya getirip konuşmaktan acizdiler. Uğradıkları
zulmü, haksızlıkları anlatmaya güçleri yoktu. Onların içinde kopan bu
fırtınaları anlatma görevi ise aydın sanatçılara düşüyordu. Şu andan itibaren
sanatçıların tek bir görevi vardı. İşçi sınıfının içinde şiddetle yaşayıp da
anlatamadığı duyguları, iç fırtınaları, biriken öfkeyi, patlamayı dile
getirmek, “dışavurmak”. Böylece, 20. Yüzyılın başında, Almanya’da, yeni bir
sanat akımı oluşmaya başladı: EKSPRESYONİZM YA DA DIŞAVURUMCULUK.
Neydi peki bu dışavurumculuk? Adı üstünde: Dışarı vur. İçinde tutup kanser
olacağına, dışarı vur konser olsun. Kısaca olay buydu.
Bu arkadaşların söyledikleri şuydu: Doğanın, çevrenin, insanların,
hayvanların olduğu gibi temsili değil, duyguların ön plana çıkarılması esastır.
Ben bir resim çizdiğim zaman, bir roman yazdığım zaman, ya da bir tiyatro
oynadığım zaman, okuyucu ya da seyirci orda duyguyu görecek. Öfkeyi görecek,
sevinci görecek, üzüntüyü görecek.
Edward Munch - çığlık |
Resmini gördüğünüz Edward Munch’ın “çığlık” isimli
tablosu dışavurumcu sanat akımına güzel bir örnektir. Tabloda, köprünün
üzerinde durmuş, kafasını iki elinin arasına almış, çığlık atan bir kişi
görülmektedir. Tabloya bir müddet dikkatli bakarsanız eğer, neredeyse kişinin
çığlığını duyarsınız. Sudaki ve gökyüzündeki yuvarlak dalgalanmalar, bu çığlığı
adeta beynimize işler. Ve evet, şu meşhur çığlık filmindeki katilin maskesi de
bu tablodan alınmıştır.
Gördüğünüz gibi, dışavurumcu sanatın amacı, sanatçının duygularını dışarı
vurmasıdır. Bunun içinde, renkleri, çevreyi, doğayı kullanır. Bunları alır,
bozar, değiştirir, kendi duygularını yansıtacak şekilde yeniden yazıp, çizer.
Bozulmuş çizgilerle, şekillerle, abartılı renklerle iç dünyayı dışarı çıkarır.
Ekspresyonizm dediğimiz akımın esas etkisi resimde görülmekle beraber,
edebiyat, mimari, heykelcilik, müzik ve tabi ki sevgili tiyatromuzda da
etkilerini göstermiştir. Peki nedir bu ekspresyonizmci, dışavurumcu tiyatro? E
ne olcak anlatıyoz ya işte deminden beri. İçerdeki duyguları alıp dışarı
vuracaksın. Tiyatroda da aynen bunu yapmışlar.
Bugün de yerimiz doldu. Bu yazıyla beraber önceki
yazımızı da okuduysanız ekspresyonizm akımını az çok anlamış olmanız lazım.
Gelecek yazıda da ekspresyonist tiyatroyu anlatarak, ekspresyonizm konusuna
noktayı koyalım diyorum..
Hadi selametle...
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder