Şimdi sevgili
tiyatro severler... Daha önce yoksul tiyatro, absürt tiyatro gibi çağımıza etki
eden tiyatro akımlarını yazmıştık. Bugüne kadar anlattığımız ustaların hepsi
ölmüş kimselerdi. Bugün size ilk defa yaşayan birisini anlatacağım. Peter Brook
hocamızı.. Şu anda 90 küsür yaşında. Amerika’da yaşıyor yanılmıyorsam. Allah
uzun ömür versin hocamıza.
Çağımıza etki
eden akımları anlamak için sizi az biraz zaman makinesine bindirecem ve alıp 2
bin sene öncesine götürecem. Platon’un dönemine.. Bizde Eflatun diye bilinen
filozofa..
Şimdi bu Platon
hocamız, o zamanlar ortaya bir görüş atmış.. Demiş ki, insan dediğin iki
parçadan oluşur.. Ruh ve beden. Ve insanlar öldüğü zaman, beden çürür, ama ruh
yaşamaya devam eder. Ruh dediğimiz şey zaten bu dünyaya ait değildir,
yücelerden bir yerden gelmektedir. Beden ise bu dünyaya ait, süfli, adi,
değersiz, basit bişeydir. Ruh bi nevi o bedenin içinde hapsolmuştur, insan
öldüğü zaman da özgürleşecektir..
Bizim
kişiliğimiz, duygularımız, karakterimiz, öğrendiğimiz bilgiler, işte hepsi o
ruha aittir ve bunlar biz öldükten sonra da yaşamaya devam edeceklerdir. (Bu
arada gereksiz bir bilgi olarak, platonik aşk diye bildiğimiz şeyin de bu
filozofun isminden geldiğini söyleyeyim..)
Tavla
oynayanlarınız var mı? Tavlada iki sayısına dü denir. İşte bu felsefeye de “dü
– alizm” denilmiş. İkili, iki parçadan oluşan insan...
Şimdi
diyebilirsiniz ki, ee nolmuş yani.. Bunu biz de biliyorduk. Ne diye anlattın
şimdi?
Evet arkadaşlar,
aslında basit bir seymiş gibi geliyor ama, hiç de öyle değil.. Platonun bu
felsefesi yeri yerinden oynatmış. Öyle böyle değil. İnanılmaz bir hızla bütün
dünyaya yayılmış. Hristiyan dünyası , İslam dünyası, uzakdoğu, şamanlar, batı
avrupa, zerdüştler... Say sayabildiğin kadar. Olayın özü şuydu: İnsan bedeni
değersizdir, adidir, ölünce yok olacaktır. Ama ruh, kutsaldır, mübarektir,
öldükten sonra da yaşamaya devam edecektir. Bir nevi ölümsüzlük formülü...
Bizde bu
felsefeyi savunan en meşhur kişileri tanırsınız. Bir Yunus Emre, - Ölen bedenimiş,
Canlar ölesi değil – diğeri ise Konyalı Celaleddin Rumi. – İnsan ruhunu bir
neye benzetir, ve nasıl ki ney kamışlıktan koparılıp getirilmişse, insan ruhu
da ait olduğu o yüce yerden koparılıp, dünyaya sürgün olarak gönderilmiştir. Bişnev!!!–
Bu felsefe,
inanış, dediğimiz gibi o kadar ve o kadar etkili olmuştur ki, bugün hala günlük
hayatımızda dahi, biz bu felsefeyi bilerek ya da bilmeyerek uygularız. Bakın size bir kaç örnekle açıklayım durumu:
- Okullarda eğitilen şey ruhtur.
Matematik, felsefe, fizik, kimya gibi şeylere ağırlık verilir. Çünkü bu
bilgiler, biz öldükten sonra da, bizimle beraber gidecekler. Peki ya beden
eğitimi? Bilirsiniz işte, haftada bir, iki saat.. Eğil, kalk, kültür fizik
hareketleri.. Nesini eğiteceğiz la bu bedenin? Nasıl olsa çürüyüp gidecek...
- Başka.. Ruhsal, zihinsel
bilgilerle iş yapılan meslekler her zaman daha saygın olmuştur.. Bir doktor,
bir mühendis, bir avukat, mimar... Çünkü bu felsefeye göre, bu kişilerin
bilgileri zihinsel, ruhsal, ussal – adına ne derseniz artık – olduğu için,
onlar öldükten sonra da onlarla beraber gidecektir. Bir doktor öteki dünyada da
doktordur, bir mühendis öteki dünyada da mühendistir falan..
Ama peki bir
sıvacıyı düşünün, bir işçiyi düşünün, çiftçiyi düşünün, kendini yollara vurmuş
zavallı kamyoncumuzu düşünün.. Bu arkadaşlar bedenleriyle iş yaparlar. Beden
dediğimiz şeyse süflidir, değersizdir, aşşağılıktır, çürüyüp gidecektir.. Beden
aynı zamanda ruhun hapishanesidir ve onun yükselmesine engeldir. Siz şimdiye
kadar hiç, beni ne sıvacılar, ne kamyoncular istedi de gitmedim diyen bir kadın
duydunuz mu?
- Ve yine bu düşünceden dolayı
asırlar boyunca matematik ve felsefe gelişmiş ama bilim gelişmemiştir. Çünkü
bilim gözleme dayanır. Gözlem yapmak içinde, dağ bayır dolaşıp, otları, kuşları,
balıkları falan incelemen lazım.. Onları araştırman lazım. Tartman lazım.
Ölçmen biçmen lazım. Eh bu tür bedensel işlerde biliyorsunuz, kölelerin işi..
Bizim gibi asil kimseler girmez bu işlere.. – Bu zinciri ilk kıran kişi Galilei olmuştur. Hani şu dünya dönüyor dedi
diye öldüreceklerdi ya adamı... -
- Başka? Geliyor mu hiç aklınıza?
Eskiden çocukları hocaya verirlerken, babaları “Eti senin, kemiği benim” diye
verirlermiş. Bunun manası şudur: Çocuğumun etine, bedenine, geçici zararlar
verebilirsin, yani hafiften dövebilirsin. Ama kalıcı zarar açma.. Kemiğine
zarar verme.. Bir anlamı da ruhuna zarar verme.... Çünkü onun bedeni geçicidir
ama ruhu kalıcıdır..
Kısaca
arkadaşlar, olay bu şekilde ikibin sene gitmişken, yirminci yüzyılın sonlarına
doğru insanlar yeni bişey keşfetmeye başlamışlar: “Hacı, bu insan bedeni
dediğimiz, o kadar da kötü bişey değilmiş yaw..”
Niyekine demiş
öteki de? E baksana demiş.. Şu topmodellere.. At gibi karılar hepsi de.. Hemi
de bi sürü para kazandırıyor bize.. Yani bu manken hanım kızımız bedenini
eğitmese, biz bu kadar para kazanabilir miyiz? Demek ki beden önemli..
Öteki yok canım
demiş falan itiraz edecek olmuş ama, beriki yine almış lafı.. Yaw hadi onu
geçtik. Şu futbol piyasasına bak.. Adamlar bedenleriyle oynamıyor mu bu
futbolu? Herifler bize milyon kere milyon dolarlar kazandırıyorlar. Demek ki
beden önemli hacı...
Ve birden bire,
pat diye bi devrimi yaşadık. Artık, beden de kutsaldı. Artık, erkek karısını,
anne baba çocuğunu, öğretmen öğrencisini dövemezdi. Bütün insanların, özellikle
kadınların bedenleri kendilerine aitti. Bedenine kimin dokunacağına, kimle
sevişeceğine, çocuk doğurup doğurmayacağına sadece kendileri karar verirdi.
Benim bedenim, benim kararım..
Tabi öteki
muhalif gene itiraz edecek olunca, hemen öteki höt dedi. Bu kadar kozmetik
sanayi kurduk. Bin bir türlü makyaj malzemesi, krem, güzellik malzemesi icat
ettik. Bunları satmamız lazım. Batıracan mı lan sen bizi? Hadi git şimdi,
televizyondan, gazeteden, internetten bunları millete pompala..
Ve işte mutlu
son.. Artık bedenimize çok iyi bakmak zorundayız. Makyaj olsun, cilt bakımı
olsun.. Sabah akşam bunu bize pompaladılar. O da yetmedi.. Televizyonlarda
olsun, magazinlerde olsun.. Öyle bir hava verildi ki, herkes birbiriyle
sevişiyor.. Sen de birisiyle sevişmelisin arkadaşım. Sevişecek birini bulman
için de, güzel olmalısın, çekici olmalısın.. Aha bak bunun sırrı da bizde.
Bizim makyaj malzemelerimizi satın alıp kullanırsan, bizim o dar, kısa, seksi
elbiselerimizi giyersen, bizim öğrettiğimiz gibi diyetler uygulayıp, bizim
gösterdiğimiz gibi yürürsen sevişecek birilerini çok rahat bulursun. Hadi
bakalım.. Başla şimdi bizi zengin etmeye... Pardon kendi bedenine özen
göstermeye...
Olay kısaca bu
arkadaşlar.. İnsan bedeninin, özellikle kadın bedeninin çok para ettiğinin
keşfedilmesiyle beraber, kaç bin yıllık inanış bir anda çöpe atılmıştır ve yeni
bir inanış dönemi başlamıştır. Nedir bu? İnsan bedeni de, aynı ruhu gibi
kutsaldır. Başkasının bedenine zarar vermeyi bırak, izin almadan dokunmak dahi
yasaktır. (Çok ilginç bişey söyleyim..
Ben çocukken SinterKlaas dedikleri, Noel baba, okulları ziyarete gelirdi,
çocukları kucağına oturturdu, onları sanki dedesiymiş gibi severdi. Son
yıllarda bu kucağa oturma olayı yasaklandı. Bunun asıl sebebi pedofili dediğimiz
olayın yaygınlaşması olsa da, ben bu beden dokunumazlığı inanışının
yaygınlaşmasına da bağlıyorum bu işi..)
Tabi ki sanat
akımları ve sevgili tiyatromuz da bu olaydan fazlasıyla etkilendi. Kadın
bedeninin estetikliği ta eski zamanlardan beri ressamların olsun, şairlerin
olsun ilham kaynağıydı ancak, son yıllarda insan bedeninin estetiklikten öte,
bir kutsallık kazanması, sanatın da bir nevi yönünü değiştirdi. Özellikle
sanatçının en önemli hatta nerdeyse tek enstrümanının bedeni olduğu tiyatro
sanatında, oyuncunun bedeni daha büyük önem kazandı ve bütün ağırlık neredeyse
buna verildi. Oyuncu kendi bedenini en mükemmel şekilde eğitmeliydi. Bedeninin
hareketleri, mimikler, jestlerin yanı sıra, bedeniyle ortaya koyabileceği
sesler ve müziksel tınılar da önem kazandı. Bedenin sadece dış tarafı değil, iç
tarafı da büyük önem kazandı. Oyuncu uzun süren çalışmalar sonunda, kendi
bilinçaltını keşfetmek, ortaya çıkarmak ve onunla sanki oyuncakla oynar gibi
oynamak zorundaydı.
Kısaca
arkadaşlar, daha önce anlattığımız Yoksul tiyatro olsun, Peter Brook’un “Boş
Alan – Empty Space” tiyatrosu olsun, bu düşünceden fazlaca etkilenmişlerdir ve
adeta kutsal yoldaki bir rahip gibi kendi bedenlerini keşfe çıkmışlardır...
Size Peter Brook
ve onun tiyatrosundan bahsedecektim ama, yerimiz doldu malesef.. Bidaha ki
yazıda artık devam ederiz...
Hadi şimdi herkes
dağılsın, işimiz gücümüz var kardeşim
bizim de..
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder