GÖZLEM NASIL YAPILIR?

Meraba arkadaşlar. Uzun bir aradan sonra, yeni yazımızla tekrar birlikteyiz. Kusura bakmayın sizi bu kadar beklettik. İş güç işte napacan?

Aslında bu yazımda sizlere yaşayan tiyatro efsanesi Peter Brook’u anlatacaktım ama, bana gelen emaillerde olsun, yolda belde karşılaşınca olsun, oldukça sık sorulan bir soru var: “Gözlem nasıl yapılır?” Anladım ki, gerçekten merak edilen ve fazla bilinmeyen bir konu. Ve de oldukça önemli bir konu.


Şimdi, ortalıkta entel entel dolaşıp, “Bizim işimizde gözlem çok önemli yeeaaa..” diyen arkadaşlar sayesinde, insan haliyle merak ediyor tabi. Bu gözlem dediğimiz olay nedir, ne işe yarar, nasıl yapılır? Öncelikle şunu söyleyim ki, oyunculuk yapmak istiyorsanız eğer, gerçekten de gözlem yapmak çok önemlidir yeaaaa...

Bilmeniz gerekir ki, insanlar hayat hikayelerini kendi üzerlerinde taşırlar. Eğer iyi bir gözlemci olursanız, bir insanı  hızlıca gözlemleyerek, o insanın geçmişi, yaşamı, alışkanlıkları, piskolojik yapısı hakkında, nerdeyse falcılık yapacak kadar bilgi edinebilirsiniz.
Şimdi, gözlem yapmak için öncelikle, çarşı pazar gibi kalabalık bir yere gidiyorsunuz. 
İnsanları gözlemlemeye başlıyorsunuz. Yalnız mümkünse çaktırmadan gözlemleyin. Çünkü insanlar gözlemlendiklerini anladıkları anda, doğal davranışlarından koparlar ve farklı hareket etmeye başlarlar.

PETER BROOK - BOŞ ALAN TİYATROSU

Şimdi sevgili tiyatro severler... Daha önce yoksul tiyatro, absürt tiyatro gibi çağımıza etki eden tiyatro akımlarını yazmıştık. Bugüne kadar anlattığımız ustaların hepsi ölmüş kimselerdi. Bugün size ilk defa yaşayan birisini anlatacağım. Peter Brook hocamızı.. Şu anda 90 küsür yaşında. Amerika’da yaşıyor yanılmıyorsam. Allah uzun ömür versin hocamıza.

Çağımıza etki eden akımları anlamak için sizi az biraz zaman makinesine bindirecem ve alıp 2 bin sene öncesine götürecem. Platon’un dönemine.. Bizde Eflatun diye bilinen filozofa..

Şimdi bu Platon hocamız, o zamanlar ortaya bir görüş atmış.. Demiş ki, insan dediğin iki parçadan oluşur.. Ruh ve beden. Ve insanlar öldüğü zaman, beden çürür, ama ruh yaşamaya devam eder. Ruh dediğimiz şey zaten bu dünyaya ait değildir, yücelerden bir yerden gelmektedir. Beden ise bu dünyaya ait, süfli, adi, değersiz, basit bişeydir. Ruh bi nevi o bedenin içinde hapsolmuştur, insan öldüğü zaman da özgürleşecektir..

YOKSUL TİYATRO – GROTOWSKİ


Efendim, çağımıza etki eden bir başka tiyatro akımıyla başbaşayız. Absürt tiyatrodan sonra şimdi de Yoksul Tiyatro..

Yoksul Tiyatro deyince aklınıza, bizim Kelebek Perdesi gibi, parası pulu olmayan amatör tiyatrolar gelmesin. Olay çok farklı. Ne olduğunu az sonra anlatacağım ama, ondan önce büyük usta Jerzy Grotowski’nin ruhunu şad edelim. Kendisi tiyatro tarihinin en büyük otoritelerindendir. Yoksul Tiyatro denen akımın kurucusudur. (Sakın ola Grotowski ile Grotesk’i birbirine karıştırmayasınız. İkisi alakasız başka başka şeyler... ). Oyunculuk tarihinde bu hocamız, Stanislavski’den sonra, oyunculuk eğitimi üzerine derli toplu ve sistemli bir çalışma yapmış ikinci kişi olarak bilinir.  


Jerzy Grotowski


Jerzy Grotowski ustamız, dinince dinlensin, 1933 yılında ressam ve heykeltıraş bir babanın oğlu olarak Polonya’da dünyaya geliyor. Annesi de öğretmen. Rusya, Çin dolaşıp tiyatro eğitimi alıyor. Daha sonra bir tiyatro labaratuvarı kuruyor. Şöyle yapsak nasıl olur, böyle yapsak acaba nasıl olur diye, tiyatro üzerinde çeşit çeşit deneyler yapıyor..

ABSÜRT TİYATRO


Absürt tiyatro nedir? Şudur: Diyelim ki entel bir arkadaşınız var, böyle “Ben tiyatroya operaya gidiyorum diyen, televizyonda sadece belgesel izliyorum diyen, dostoyevskinin anlatım tarzı gerçekten çok çarpıcı diyen.. vs..”. Ve bu arkadaş, bir gün size dedi ki, gel tiyatroya gidelim. Siz de tiyatroda, Ibişi, Hacivat Karagöz’ü falan seyrederiz, az eğleniriz diye beklerken, ortaya iki üç tuhaf adam, kadın çıkıyor. Acayip bişeyler konuşuyor, hiç bi bok anlamıyorsunuz.. Bu ne biçim tiyatro yaw diyorsunuz.. Acayip sıkılıyorsunuz, bir an önce bitse de gitsek diyorsunuz....

Hah işte, biz o tiyatroya kısaca absürt tiyatro diyoruz...

Öyle bir tiyatrodan çıktığınız zaman, insanların çoğunu kendi aralarında şöyle konuşurken görürsünüz: “Gerçekten yalnızlık olgusunu çok çarpıcı bir şekilde anlatmış.” Ya da: “Modern insanın kalabalıklar içindeki iletişimsizliğini ve de yabancılaşmasını bu şekilde güzel ifade eden bir esere daha önce rastlamadım.” Sakın bunlara bakıp da moraliniz  bozulup, kendinizi amele hissetmeyin.. Onların hiç biri bişey anlamamıştır ama, aman pis cahil demesinler diye, ezbere kalıpları konuşuyorlardır genelde.. Yoksa o oyunun öyle bişey anlattığı falan yoktur. Oyun yazarının da öyle bir derdi yoktur.  

Efendim, gelelim absürt tiyatro nedir, ne değildir, nasıl seyredilir? Absürt tiyatro deyince, aklınıza ilk gelen şey Godot (Godo diye okunur) olmalı. Samuel Beckett’in yazdığı “Godot’yu Beklerken” isimli oyun absürt tiyatronun en meşhur örneğidir ve yazarından daha ünlü olan klasiklerden bitanesidir. - Bu şekilde yazarından daha ünlü olan eser sayısı azdır. Mesela Don Kişot, Hamlet, Fahriye Abla, Sahil mpg.... –


Godot'yu Beklerken oyunundan bir sahne..


Efendim, sosyetik ortamlara girme şansınız olduysa eğer, orda süslenmiş, püslenmiş, bilgili, aktüaliteyi, sanatı takip eden bazı orta yaşlı bayanlar görürsünüz ki, bunların arasında işte bu Godot’yu Beklerken oyununu izlememek büyük ayıptır. Hepsi de bu oyunu istisnasız izlemişlerdir ve işin daha da tuhafı “çok beğenmişlerdir.” Oyunun başından sonuna kadar sıkıntıdan patladıklarına ve bitse de bir an önce gitsek diye iç geçirdiklerine sizinle bahse bile girebilirim.. – Ben şahsen bu Godot oyununu izlediğimde sıkıntıdan patlayacaktım ya.. Başkasının arabasıyla gelmemiş olsam, ilk yarıda çıkacaktım. Ne de olsa kamyoncuyuz ya.. Fazla kimsenin tuhafına da gitmezdi.. -

Şimdi şu Godot’ muzu, aşkımı, Hamletimle beraber en sevdiğim tiyatro oyununu, az sonra tekrar dönmek üzere, bir kenara koyalım ve absürt tiyatro olayına devam edelim. Absürt kısaca saçma ya da uyumsuz demek. Postmodernizm denen olayı hatırlıyor musunuz? Ne demiştik orda? İkinci dünya savaşından sonra artık anlaşılmıştı ki, yaşadığımız hayat çok anlamsız ve boş.. Çünkü, rölativite prensibiyle artık, zamanın sabit olduğu ilkesi yıkılmıştı. Kimin söylediği doğru, kiminki yanlış, belli değildi. Yine anlaşılmıştı ki, kainatta inanılmaz bir kaos ve karmaşa vardı. Herşey içiçe geçmişti. Herşey karman çormandi. Aslında yaşadığımız hayat, böyle saçma sapan bişeydi işte.. Dün belirsiz, bugün diye bildiğimiz olayınsa, gerçekten bugün olup olmadığı da belirsiz, yarın belirsiz... Kısaca herşey belirsiz.. Bütün bu belirsizliklerin üzerine kurulmuş saçmalıklar zinciriydi insan hayatı dediğimiz şey işte...

Tüm dünyada kabul görmüş bir tiyatro tanımı vardır. Gerçekten de “ağyarını mani, efradını cami” bir tanımdır. – Ne yazdığımı araştırın bulun kardeşim. Hep mi Avrupa kültürünü anlatacaz size, az da Osmanlıcadan gireyim.. – Neydi bu tiyatro tanımı: İnsanı, insana, insanla anlatma sanatı. İnsan dediğimiz olay nasılsa, daha doğrusu tiyatro yazarı insanı nasıl görüyorsa, yazdığı, ya da yönettiği oyunda, insanlara, insanı o şekilde anlatır. Bu romantiklerde de, klasiklerde de, dışavurumcularda da geçerli bir ilkedir.

Ve işte, absürt tiyatro peşinde koşanlar da, insanlığı, dünyayı, hayatı saçmalıklardan ibaret gördüğü için, kendi sanatlarını da absürt bir şekilde, saçma bir şekilde, içi boş, anlamsız şeyler seklinde oluşturmuşlardır ve insanlara şu mesajı vermek istemişlerdir: “Siz aslında busunuz”.. Hayatınız, davranışlarınız, konuşmalarınız, birbirinizle iletişiminiz, alışkanlıklarınız, gelenekleriniz, inançlarınız, töreleriniz, kanunlarınız.. Hepsi boş, hepsi saçma, hepsi anlamsız.. Siz o hayatın içinde yaşadığınız için, o saçmalıkları farkedemiyorsunuz ama, sizin hayatınıza dışardan bakıldığı zaman, görünen şey, işte sizin bu sahnede seyrettiğinizle bire bir aynı....

Vay be acayip konuştum.. Pardon acayip yazdım. Evet arkadaşlar, absürt tiyatro, modernlikten, postmodern döneme geçişin seyidir.. Neyidir? Yani postmodernı anlatmıştık ya yaw size geçen yazılarda.. Okumuyorsunuz ondan sonra burda gelip neydi neydi? Tövbe yaw.. Hafıza sorunumuz var diyoruz size, unutuyoruz.. Şurda ben kamyoncu adamıyım.. Ben tiyatro adamı mıyım? Ne anlarım ben tiyatrodan sanat akımlarından.. Ben az sakinleşeyim acayip sinirlendim yaw...

Evet arkadaşlar, sakinleşip geldim. Demin az kalbinizi kırdım, kusura bakmayın artık. Şimdi, postmodernizm yazılarımızı okumayanlar için burda bir özet geçeyim.. 1900lu yılların başları. İnsanlık, önceki yıllara göre, bilimde, teknolojide acayip mesafeler katetmiş ve adeta bu yeryüzünün de, kainatın da hakimi artık benim demişti. Ama sonra gelen ikinci dünya savaşı, bu bilim teknoloji denen şeyin, öyle her zaman insanlık yararına olmadığının anlaşılması – Japonyaya atılan iki atom bombasını düşünün mesela - , insanlığın kendini çok güçsüz, zayıf ve aciz hissetmesine yol açmıştı. Bilimin ve teknolojinin gelişmesiyle, artık bu dünyaya huzur ve refahın geleceğine kesin bir şekilde inanmış olan aydınlarımız, malesef ki artık ümitsizdi. Hem de ne ümitsiz. Asırlardır savunulan o felsefeler, o bilimselcilik, ilah gibi tapılan o tümevarım yöntemi.. Bunların hepsi, ama hepsi boşa çıkmıştı. Ve artık kesin karar şuydu: “İnsan dediğin varlık, yeryüzünde, boş yere, amaçsız bir şekilde debelenen, asla amacına ulaşamayacak olan, ve de kendinden kat kat daha büyük güçlerin oyuncağıydı. Bu büyük güçler, kimlerdi, nelerdi? Bunu da bilmiyorduk.. Allah sonumuzu hayır etsin.. Ama emmoğlu, ben artık bu insanlığın durumunda hiç bir ümit göremiyorum.. “

İşte arkadaşlar, bu ümitsizlik içinde absürt tiyatromuz ortaya çıktı. Hatırlayın, dışavurumculuk akımı da, sembolizm akımı da, yine böyle büyük ümitsizlikler içinde doğmuştu. (Burada konuyla alakalı olmasa da, İstiklal marşımızdan bahsetmek istiyorum. Mehmet Akif gibi büyük bir insanın kaleme aldığı çok büyük bir eser olan İstiklal Marşı da yine böyle bir ümitsizlik ortamında yazılmıştı. Bu yüzden bu şiir “Korkma!” diye başlar. Ve seneler sonra, Mehmet Akif ölüm döşeğindeyken “Allah, bu millete bir daha istiklal marşı yazdırmasın” duasını etmiştir..) . Arkadaşlar, ben şahsen, acizane, şu kanıya vardım ki, düşülen her ümitsizlikte, her çaresizlikte, -  eskilerin deyimimiyle, ne zaman esbab sükut etse - , insan, ya da insanlık, bir derece daha yükseliyor, bir adım daha ileri gidiyor. Sanatçı acılardan beslenir lafının anlamı bu olsa gerek...

Peki nedir bu absürt tiyatromuzun özellikleri? Yine maddeler halinde sayalım, anlaması kolay olsun..

1-            Her şeyden önce, absürt tiyatroda zaman gerçek dışıdır.. Dün, bugün, yarın içiçe geçmiştir. Zaman kah hızlı akar, kah yavaş akar.. (Einsteinin bulduğu özel rolativite teorisini bilirseniz eğer, kainatta herşeyde olduğu gibi, zaman da görecelidir. Hız arttıkça zaman yavaşlar..)

2-            Absürt tiyatro insanlar arasındaki iletişimsizliğe ve yabancılaşmaya vurgu yapar. İnsanlar, hatta en yakınlar, birbirleriyle ilişkileri yoktur. Birbirlerine yabancılaşmışlardır. İnsan sadece diğer insanlara değil, doğaya yabancılaşmıştır. Çalışıp ürettiği ürüne yabancılaşmıştır.  Bizzat kendine yabancılaşmıştır. Artık kalabalıkların içinde, amaçsız, hissiz ve yapayalnız olan bir insan vardır. Yirminci yüzyılda ortaya çıkan yeni bir insan çeşidi..

 Ve bütün bu insanlar arasında mevcut olan iletişimsizlik, anlatılan şeyin anlaşılamaması, aslında söylenenle kastedilen şeylerin çok farklı olması... İşte bütün bunlar, absürt tiyatroda bir komedi halinde gösterilir. Bazen kendi ağlanacak halimize, kahkahalarla güleriz. (Şaban oğlu Şaban filminde, kumandan Hüsamettin’in Şabana parolayı öğrettiği sahneyi hatırlayın.. Parola Şafak...).

3-            Absürt tiyatroda verilmek istenen mesaj asla açıklanmaz. Herkes kendince bir mesaj alır, bir yorum yapar. Şair  burda bayrağa seslenmiş, yazar burda şunu demek istemiş falan diye bir sürü yorum yapabilirsin..

4-            Absürt tiyatroda herhangi bir kalıp, kural, norm tanınmaz. Olaylar arasında mantıklı bir bağ, ya da konuşmalarda, diyaloglarda herhangi bir mantık aranmaz. Giriş, gelişme, sonuç yoktur.. Birbirinden bağımsız olayları çarpıcı bi şekilde vermek vardır sadece.. (Aynı olayın biraz daha değişik versiyonunu dışavurumcu tiyatroda da görmüştük.)

Olay bu.. Önce de söylediğimiz gibi, Absürt tiyatronun en bilinen örneği “Godot’yu Beklerken”. Yalnız size tavsiyem bu oyunu seyretmek yerine tekstini okumanız. Defalarca okuyun bu teksti. Her okuduğunuz da, hayretler içinde yeni yeni şeyler keşfedeceksiniz. Eğer alt yapınız biraz güçlüyse, meşhur eserlere yapılan göndermeleri de rahatlıkla farkedersiniz.

Bundan başka, absürt tiyatronun örnekleri: Eugéne Ionesco – Kel Şarkıcı, Harold Pinter – Git gel dolap, Arthur Adamov - La Parodie.....


Görüşürüz....

POSTMODERNİZM - 2

Rosenquist - F111.. Reklam ikonlarının arasından gen bir savaş uçagı



Merhaba kardeşler.. Postmodernizm dediğimiz olay, modernizme bir başkaldırı demiştik geçen sefer, hatırlayın.. Modernistler ne demişti? Modernler hakkında ayrıntılı bilgi için:Postmodernizm I. Kısa bir özet geçelim:

-              Kardeşlik, eşitlik, insan hakları, köleliğin kalkması falan...  Artık daha güzel bir dünya olacak.. Böyle büyük büyük laflar... Sonra ikinci dünya savaşı ve hayal kırıklığı.. Postmodernistler ne demiş buna karşılık? Hepsi hikaye.. Bu dünyada sizin anlattığınız gibi kardeşlik, barış bilmem ne, böyle büyük büyük fikirler yok.. Bunların olmasına imkan yok... İnsan dediğin vahşi yaratık yeryüzünde oluğu müddetçe, kan dökmeye devam edecek..

POSTMODERNİZM - 1

Postmodern mimari örneklerinden Guggenheim Müzesi - Bilbao



Merhaba yarenler, felaket arkadaşlarım..

Önceki yazılarda, bazı sanat akımlarını sizlere anlattık. Entel görünmeniz için ezberlemeniz gereken kelimeleri verdik. Daha ne yapalım demi?

Şimdiye kadar size anlattığımız sanat akımları, 1950 yılına kadar olan sanat akımlarıydı. – Sadece sürrealizm akımını anlatmadık. Çünkü bu akımın tiyatroya fazla bir etkisi olmamıştır. Bu önemli sanat akımını, kendiniz araştırmanızı tavsiye ederim. Ufkunuz ve bilgi birikiminiz katlanacaktır.-

Biliyorsunuz, 1939 – 1945 yılları arasında ikinci dünya savaşı gerçekleşti. İnsanlık tarihinin gördüğü en barbar, en vahşi ve en çok kan dökülen savaş buydu. Tam 50 milyon insan can verdi bu savaşta. İşte 1700lu yılların ortasından, ikinci dünya savaşının sonuna kadar süren bu döneme MODERN dönemler adı verilir. Modernizm dediğimiz olay, ikinci dünya savaşının bitmesiyle sona ermiştir. (Yani şimdi birisi size ben modernim dese, aslında yetmiş sene geride yaşadığını anlatıyor demektir.)